Günümüzde politika, bazı insanlar için bir hizmet alanı olmaktan çok, beklenti ve çıkar amaçlı bir meslek halini aldı. Hedef yalnızca bir makam elde etmek ve bu makamı karşılığı her ne olursa olursa olsun korumak... Ve sürekli yükselmek... Dahası, yükselirken birilerinin omuzlarına da basarak…
Bu yapıda bir insan, amacına ulaşmak için her türlü hile ve aldatmacaya yeltenebilir. Asıl görevini unutur, bencil çıkarlarının ardında koşturur durur. Halka hizmet ve halkın hakkını aramak yerine, hiç çekinmeden halkın hakkını yer.
Yeryüzündeki açlık, sefalet ve zulümlerin temelinde, tüm bunların ‘normal’ olduğuna inanan bir görüş vardır. Bu görüş, insanların bir kesiminin lüks ve sefahat içinde yaşarken bir diğer kesimin sefalet içinde yaşamasını, kendilerince aşağı gördükleri ırktan insanların yok edilmesini, toplumda sürekli bir çatışmanın yaşanmasını ‘normal‘ görür. Hatta bunun hayatın kuralı olduğunu savunur. Oysa her zulüm, dinsizliğin kuralıdır.
Dini gerçek anlamda yaşamayan, içinde Allah sevgisi ve korkusu taşımayan kişi kolaylıkla vicdansızlık ve merhametsizlik yapabilir, adaleti ayakta tutamayabilir. Ahirette Allah huzurunda yapayalnız sorgulanacağının bilincinde olmadığı için zulüm ve ahlâksızlık yapabilir.
İnançsızlığın, insanın vicdanını ne denli karartabildiğine örnek olan zalimlerin ruh halini Kur’an şöyle tarif eder:
O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Yeryüzündeki haksızlıkların çözümü, din ahlâkıdır. Güzel ahlâkı gerçek anlamda yaşayan insanlar halklarına karşı adil, merhametli ve vicdanlı davranırlar. Kur’an’ın kazandırdığı akılcılık ve gücü, yönetimlerine de yansıtırlar.
Allah'ın beğendiği güzel ahlâk hakim olduğunda, ülke yönetimlerinde adil ve vicdanlı politikacılar “iş başına geçtiğinde“, bütün bu acı görüntüler ortadan kalkar.
Diğer taraftan, ‘dini siyasete alet etmek’ kuşkusuz yanlıştır ancak yanlış da anlaşılan bir kavramdır. Bu, politikacının kesinlikle dinden uzak durması gerektiği düşüncesi değildir, bu doğru da değildir. İnançlı politikacının inancını gizlemesi, Allah’tan ve Kur’an‘dan söz etmemesi, Müslümanlığını hiçbir şekilde belli etmemeye özen göstermesi diye bir konu olamaz. Kur’an ahlâkı bir yaşam şeklidir çünkü.
Din ahlâkını yaşayan politikacı tahrik edici davranmaz, gergin üsluptan kaçınır. Adil, hoşgörülü, merhametlidir; barış ve huzuru hâkim kılmaya çaba gösterir. Kendisi de halk tarafından saygı görür. Bu yapıdaki idarecilerin yönetimindeki devletler, güçlü ve sarsılmaz temeller üzerinde yükselir.
Osmanlı önemli bir merhamet medeniyeti örneğidir. Osmanlı Devleti için en büyük hedef İslam'ın adaletini ve ahlâkını dünyaya yaymaktı. Fethettiği topraklarda, Kur'an'ın buyruğu gereği hiçbir zor ve baskı kullanmadan İslam’ı hâkim kılmış, yalnızca Müslüman ve Türklerin değil, kendisine tabi olan farklı dil ve dinden tüm insanların rahatını ve mutluluğunu gözetmişti.
Osmanlı padişahları, "Eğer müşriklerden biri senden eman isterse ona eman ver, öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun. Sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır... (Tevbe Suresi, 6) ayeti gereği, kendilerinden yardım isteyen ihtiyaç içindeki kimselere de -inançsız dahi olsa- yardımcı olmuşlardı.
Topraklarında yaşayan insanların tümü, İslam'ın halifesi olan padişaha emanetti. Farklı inançlara sahip bireyler, kendi inançlarına ve hukuklarına uygun olarak özgürce ve güven içinde yaşamışlardı. "Dinde zorlama yoktur" inancı gereği, İslam'ı kabul ettirmek için kimseye baskı uygulanmamış, herkese hoşgörü ve merhametle muamele edilmişti.
Politikacı, Osmanlı gibi adaleti ayakta tutmalı, farklı din, millet ve mezheplere mensup insanların kimliklerini değiştirmeye kalkışmamalı, onlara ve inançlarına saygılı olmalı. İslam’ın gereği budur.
YORUMLAR